1. OTURUM
"1990’lar Sonrası Bağımsız Türk Sinemasında Hayvanlar"
Zeynep Şahintürk
Kadir Has Üniversitesi, İngilizce Hazırlık Okulu
Bağımsız TÜRKİYE sinemasının çeşitli filmsel ve anlatısal
yönleri sosyal ve politik imalarından ötürü pek çok akademisyen ve film
eleştirmeni için popüler çalışma alanları olmuştur. Bu çalışmaların bu filmlere
olan genel yaklaşımını nitelendiren odak noktası ise yönetmenlerinin “Öteki”
karakterleri nasıl betimlediği ve bu temsillerin olumlu ya da olumsuz olup olmadığıdır.
Bu “Öteki” kategorisi özellikle kadınları, çocukları, alt sınıfları, dinsel
açıdan “Öteki”leri, şehirlilerin zıttı olarak köylüleri, sosyal olarak
dışlanmış karakterleri, ve son olarak da hayvanları içermektedir. Bağımsız
Türkiye sinemasında kendini sıkça gösteren hayvan “Öteki”ler dışındaki tüm bu
“Öteki” karakterler pek çok akademisyen ve film eleştirmeni tarafından yakından
incelenmiştir. Bu sunumun göstereceği gibi 1990’lar sonrası bağımsız Türkiye
sinemasındaki hayvan karakterlerin, “Ötekiliği” temsil eden tüm insan
karakterler kadar önemli bir fonksiyonu vardır; çünkü hem filmlerdeki insan
karakterlerin doğrudan bir uzantısı gibi, hem de şiddet ve gücün toplumda nasıl
işlediğini, hayvan ve insan karakterleri nasıl eşit derecede mağdur ettiğini gösteren
metaforlar olarak temsil edilmektedirler. Hayvan Çalışmaları alanının gittikçe
ilgi görmesi ve 1990’lar sonrası bağımsız Türkiye sinemasındaki hayvan
karakterlerinin örneklerinin artıp daha görünür hale gelmesiyle birlikte Yeni
Türkiye Sineması üzerine yapılan “Öteki” odaklı çalışmalardaki bu eleştirel
açığın kapatılması ve hayvan “Öteki”nin de incelenmesi önemlidir. Böyle bir
amaç üstlenen bu çalışma da Tabutta Rövaşata, Uzak, Beş Vakit, Yusuf Üçlemesi:
Yumurta, Süt, Bal; Kosmos, Araf, Jîn, Şarkı Söyleyen Kadınlar, Kış Uykusu,
Sivas ve Abluka filmlerindeki hayvan “Öteki”lerin temsilindeki etik, estetik,
filmsel ve anlatısal anlam ve imalar üzerine odaklanarak bu filmlerdeki insan
Benlik ile hayvan Öteki arasındaki iletişim ve uzlaşmanın sözel bir etkileşim
olmadan nasıl sağlandığını inceleyecektir.
"Ekolojik Varoluş Aralığında Yeryüzü Halleri'ne Bir Bakış"
Ezgi Hamzaçebi
Boğaziçi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı
“Ekolojik duyarlı” bir metnin nasıl olması gerektiği
hususunda özellikle 90'lardan beri ekokritisizm alanında çeşitli çalışmalar
yapılmaktadır. Bu çalışmaların bazıları ekolojik krizin en büyük sorumlusu
olarak “eyleyen” ve “bozan”olarak faillik atfettiği insandan, tüm dünyayı
kurtarma görevini de üstlenmesini bekler. Bu tür bir yaklaşım, tahakküm ilişkilerini
yeniden ürettiği ve insan-merkezli olduğu gerekçesiyle Cary Wolfe gibi
posthumanistler tarafından eleştirilir. Doğa-kültür ayrımını reddeden, insan ve
insan-olmayan arasındaki sınırın muğlaklığına dikkat çeken posthumanizm
yaklaşımı “dünya”, “doğa”, “kültür” “insan” gibi kavramların var olan
tanımlarını yeniden düşünüp tartışmayı önerir. Tahakküm ilişkilerinin olmadığı
ya da en aza indirildiği başka türlü bir dünyanın ancak hakim olan “benlik” ve
“ötekilik” anlayışının dönüştürülmesiyle mümkün olacağını savunur. Bu dönüşüm
için dil algısındaki değişimin önemini vurgulayan posthumanist yaklaşımın
temelleri, insan dilinin var olan bütün iletişim ağları içerisinde yalnızca bir
düğüm olduğunu vurgulayan Derrida’ya dayanır. Wolfe, bu önermeden yola çıkarak
anlamlandırma ve düzenin yaşayan tüm şeylerin aktivitelerine içkin olduğunu,
doğal dünyanın işaret, iz ve anlamlarla
dolu olduğunu öne sürer. Öyleyse bir edebi metin tüm bu işaretlerle nasıl bir
ilişkiye girer? İnsan, insan-olmayanı kendine benzetmeden nasıl anlatabilir?
İnsan-merkezli olmayan bir edebi metin mümkün müdür? Mümkün değilse bile, bu
duyarlılığı gözeten etik duruşun dereceleri nasıl belirlenir? İnsan-olmayanı
anlatmaya çalışan dil, “ben”, “öteki”,” dünya”, “iç”, “dış” sınırlarını nerede
ve nasıl çizer? Bir edebi eserde dilin kuruluşu ve konumlanışı bize o eserin
ekolojik duyarlılığı ile ilgili ne söyler?
Bu soruların izinde bu sunum, insan-olmayana bakışın hakim olduğu ve insan-olmayana ait seslerin ön plana çıkarıldığı Birhan Keskin’in Yeryüzü Halleri metnini ele alacak. Zümrüdüanka’yla başlayıp insan özneyle sona eren metnin dünyasında vücut bulan çeşitli varlıkların dile getirilme biçimlerine odaklanarak varlıklar arasında kurulan ortaklık ve farklılıkları inceleyecek. Bu doğrultuda, Yeryüzü Halleri’nin bir yanda Tasavvuf ve Heidegger’in varlık felsefesi, diğer yanda Deleuze’ün hayvan ve göçebe oluş felsefesi arasındaki gerilimli hatta salınan bir metin olduğunu öne sürecek. Metnin birtakım anlatım stratejileri bakımından yer yer insan merkezci varlık anlayışını yeniden üretmekle birlikte, insan olan ve olmayan varlıkları bedensel olana ve duygulanımlara odaklanan bir dille ele alıp varlıklar arasında olduğu varsayılan sınırı nasıl bulanıklaştırdığını, böylelikle post-hümanist anlayışa nasıl göz kırptığını tartışacak. Bu çerçevede, bir metinde duygu, düşünce ve öznellik hallerinin dil ve anlatım vasıtasıyla nasıl kurulduğu ve estetik alanın bir metnin etik duruşunu ve varlık anlayışını nasıl yansıtabileceği sorusunu tartışmaya açmayı hedeflemektedir.
Bu soruların izinde bu sunum, insan-olmayana bakışın hakim olduğu ve insan-olmayana ait seslerin ön plana çıkarıldığı Birhan Keskin’in Yeryüzü Halleri metnini ele alacak. Zümrüdüanka’yla başlayıp insan özneyle sona eren metnin dünyasında vücut bulan çeşitli varlıkların dile getirilme biçimlerine odaklanarak varlıklar arasında kurulan ortaklık ve farklılıkları inceleyecek. Bu doğrultuda, Yeryüzü Halleri’nin bir yanda Tasavvuf ve Heidegger’in varlık felsefesi, diğer yanda Deleuze’ün hayvan ve göçebe oluş felsefesi arasındaki gerilimli hatta salınan bir metin olduğunu öne sürecek. Metnin birtakım anlatım stratejileri bakımından yer yer insan merkezci varlık anlayışını yeniden üretmekle birlikte, insan olan ve olmayan varlıkları bedensel olana ve duygulanımlara odaklanan bir dille ele alıp varlıklar arasında olduğu varsayılan sınırı nasıl bulanıklaştırdığını, böylelikle post-hümanist anlayışa nasıl göz kırptığını tartışacak. Bu çerçevede, bir metinde duygu, düşünce ve öznellik hallerinin dil ve anlatım vasıtasıyla nasıl kurulduğu ve estetik alanın bir metnin etik duruşunu ve varlık anlayışını nasıl yansıtabileceği sorusunu tartışmaya açmayı hedeflemektedir.
"Faruk Duman Metinlerinde Av ve Avcı: Bir Hayvanlaşma Deneyimi"
Selver Sezen Kutup
Boğaziçi Üniversitesi, Türk dili ve Edebiyatı
Faruk Duman öykücülüğü, çağdaş edebiyatımızın üzerinde pek
durulmamış soru(n)larını metinsel düzlemlerde var etmesiyle önem taşır. Faruk
Duman'ın edebî dünyasını insan ile sınırlandırmadığını; bu dünyada insan-dışı
hayvanların, varlıkların, oluşların faillikleriyle var olduklarını iddia
edeceğim sunumumda av, avcı ve avlanma temasının belirginleştiği bölümlere odaklanacağım.
1974'te Beypazarı'nda vurulan son Anadolu Parsı'na adanan Ve Bir Pars, Hüzünle
Kaybolur (2012) ve iki sene sonra yayımlanan Köpekler İçin Gece Müziği (2014)
romanlarını merkeze alan, bir yandan da Faruk Duman'ın edebî metinlerinde
"bir hayvanlaşma deneyimi" olarak adlandıracağım av/cı/lıkla
ilintili yazarlık hattının panoramasını
çıkarmaya çalışacağım sunumumda; José Ortega y Gasset'in Avcılık Üstüne
kitabında öne sürdüğü düşüncelerle diyalog içinde bir okuma yapmayı
planlamaktayım. Bir tür spor yahut boş zaman uğraşı olarak görülen,
"insanın doğası"na atfedilerek arkaik temellendirmelerle
meşrulaştırılan av "tutku"sunun; avcılığın tarihsel/sosyokültürel
perspektifler ışığında okumalarından ziyade Faruk Duman metinlerinde tuttuğu
yere yakından bakarak, metinsel düzlemlerle farklı etik düzlemler arasında ilişkilenmeler
kurmaya çalışacağım.
2. OTURUM
“Sokak Hayvanlarının En Uzun Yüzyılı: 20. Yüzyıl Istanbul'unda Hayvanların Hayatları”
Zeynep Gizem Haspolat
Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji
2004 yılında Avrupa Birliği Uyum Yasaları kapsamında
çıkarılan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu kapsamında, belediyelerin
sınırları dahilindeki hayvanların geçici bakımlarını, aşılarını ve
kısırlaştırma operasyonlarını sağlayacakları mekanlar ‘rehabilitasyon
merkezleri’ olarak sınıflandırılıyor. Aynı yasanın 6. Maddesi sokakta hayatta
kalamama riski bulunan hayvanlar dışında tüm sokak hayvanlarının aşılanıp,
kısırlaştırıldıktan sonra alındıkları bölgeye geri bırakılmaları gereğini
belirtiyor. Gündelik kullanımda
“barınak” diye bahsedilen mekanların işleyişini rehabilitasyon merkezine
çevirmek barınma ihtiyacının mahallelerde karşılanacağı önermesine yakınsamanın
yanında rehabilitasyon kelimesine dair sorular uyandırıyor. Bir canlıyı tüm
organik, bedensel süreçleri ile beraber düşününmek, kökeninde “uyumlu hale
getirmek, ehlileştirmek” anlamını barındıran bir eylemle yan yana koymayı
yeterince zorlaştırırken kelimenin başında ‘yeniden’ anlamını veren “re-“ eki
ile tarihsel bir soru ile de karşı karşıya kalıyoruz: Sokak hayvanları bugüne
kadar re-habilite edilebildi mi? Bir bağlama içkin olarak cevaplanması elzem bu
soru özellinde İstanbul’da sokak hayvanları ile ilişkilerin tarihi bu soruya
dair nasıl cevaplar sağlıyor?
Bu sunumda 20. Yüzyıla dair kaynaklardan yola çıkarak, sokak hayvanlarını ehlileştirme, uyumlu hale getirme girişimlerini, büyük ölçekli katliam denemelerinden, gündelik pratiklere kadar değişim gösteren bir skalada örnekleyen tarihsel gelişmelere bakacağım. Özellikle bir kentsel mekan olarak İstanbul’un sokak hayvanları ile olan ilişkilerde nasıl dinamiklere alan açtığına ve çoğunlukla eş zamanlı olan yaşatma veya öldürme gayretlerinin mekansal çekişmelerle, kültürel normlarla ve hayvanların ele alınış biçimleriyle olan ilişkisine bu konudaki tarihsel çalışmalar ışığında bakarken, hayvanların en uzun yüzyılı olarak tabir edilebilecek 20. Yüzyıl İstanbul’unda sokak hayvanları ile olan ilişkiler bugünün mekansal çekişmelerine, Kısırkaya ‘rehabilitasyon merkezi’ne, hayvanlarla ilişkilerin dönüştürücülüğüne dair neler söyleyebilir sorusuna da alan açmaya çalışacağım.
Bu sunumda 20. Yüzyıla dair kaynaklardan yola çıkarak, sokak hayvanlarını ehlileştirme, uyumlu hale getirme girişimlerini, büyük ölçekli katliam denemelerinden, gündelik pratiklere kadar değişim gösteren bir skalada örnekleyen tarihsel gelişmelere bakacağım. Özellikle bir kentsel mekan olarak İstanbul’un sokak hayvanları ile olan ilişkilerde nasıl dinamiklere alan açtığına ve çoğunlukla eş zamanlı olan yaşatma veya öldürme gayretlerinin mekansal çekişmelerle, kültürel normlarla ve hayvanların ele alınış biçimleriyle olan ilişkisine bu konudaki tarihsel çalışmalar ışığında bakarken, hayvanların en uzun yüzyılı olarak tabir edilebilecek 20. Yüzyıl İstanbul’unda sokak hayvanları ile olan ilişkiler bugünün mekansal çekişmelerine, Kısırkaya ‘rehabilitasyon merkezi’ne, hayvanlarla ilişkilerin dönüştürücülüğüne dair neler söyleyebilir sorusuna da alan açmaya çalışacağım.
"Hayvanın Refakatinde İnsan Oluş"
Ergun Kocabıyık
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi
Dolaylı Hayvan isimli kitabımda geliştirmeye çalıştığım
"dolaylı hayvan" kavramını ele alacağım. İnsanın melez varoluşundan
bahsedeceğim. Doğaya, hayvana bakışımızdaki insanmerkezcilik veya
insanbiçimcilik üzerinde duracağım. Nihayetinde insanın dünyadaki yolculuğunu
hayvanın refakatinde yapmak durumunda olduğuna dikkat çekerek bitireceğim.
"Sokak Hayvanlarına Etik Yaklaşımlar"
Yrd. Doç. Dr. Karanfil Soyhun
Boğaziçi Üniversitesi, Felsefe
Türkiye'nin sokak hayvanlarına ne tür bir yaklaşımın etik
olacağı konusunda sıklıkla ortaya koyulan üç bakış açısını, uygulamalı etik
alanın çeşitli araçlarıyla incelediğimizde, bu yaklaşımlardan sadece birinin
etik açıdan kabul edilebilir olduğunu görebiliriz. Uzlaşmacı, akılcı olarak
isimlendireceğimiz bu duruş sosyal politika olarak en etik duruş olmasının yanı
sıra; bireylerin içinde bulundukları koşullara duyarlı olması sayesinde
bireysel sorumluluklar açısından da yol göstericidir.
3. OTURUM
“Çağdaş Romanlarda İnsan-Hayvan Etkileşiminin Etik Boyutu”
Doç. Dr. Özlem Öğüt Yazıcıoğlu
Boğaziçi Üniversitesi, Batı Dilleri ve Edebiyatları
Bu sunum, insan ve hayvanın birbiriyle iletişim ve
etkileşiminin etik boyutunun altını çizen, aynı zamanda insan ve hayvan
kavramlarının sorgulamasını yapan çağdaş roman örneklerine odaklanarak, insan
ve “öteki” olarak hayvan ilişkisinin, insan ve “öteki” insan arasındaki
ilişkiyle paralelliğini inceleyip; ırk, cinsiyet, etnik köken ve sosyal sınıf
üzerine kurulu ayırımcı yaklaşımların türcülük ile ortaklığını ve bu
yaklaşımların bir kısır döngü olarak gerçekleşmeye devam eden korku ve şiddet
söylemleri ve ortamlarını nasıl oluşturduğunu vurguluyor. İncelenecek olan,
J.M. Coetzee’nin Utanç, Kobo Abe’nin Kumların Kadını, Toni Morrison’ın Katran
Bebek ve T.C. Boyle’s Tortilla Perde adlı romanlarında, özellikle baş
karakterler, kendi yaşamlarından çok farklı ve çeşitli açılardan “hayvani”
olarak nitelendirdikleri yaşamlara sahip insanlarla bazen travmatik denebilecek
karşılaşmaları sonucunda değişip dönüşür; bu süreçte herşeyden önce kendi
varoluş ve öznelliklerini sorgular ve böylece insan ve/veya hayvan olan “öteki”ni
de kendi kavramsal kalıplarının ötesinde hiçbir zaman tam olarak kavrayamayıp,
hiç öngörmedikleri ortak varoluş özelliklerini göz ardı etmiş olduklarının
farkına varırlar. Bu romanların insan-hayvan arasındaki sınırın gözenekli ve
birbirine akışkan oluşunu nasıl anlattıklarını tartışacağım. Bunu yaparken de
Derrida, Agamben, Deleuze gibi düşünürlerin, ayrıca hayvan çalışmaları alanında
önemli çalışmaları bulunan Kari Weil, Cary Wolfe, Cora Diamond gibi
akademisyenlerin eserlerine de değineceğim.
"1950’lerin Modernist Öykücülüğünde Hayvanlar ve/ile Varoluş"
Yrd. Doç. Dr. Fatih Altuğ
İstanbul Şehir Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı
Türkçe edebiyatta 1950 kuşağı olarak adlandırılan, başlıca
temsilcilerinin Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener, Yusuf Atılgan, Onat Kutlar,
Leylâ Erbil, Nezihe Meriç, Ferit Edgü, Orhan Duru, Demir Özlü ve Erdal Öz’ün
olduğu öykücüler kümesi; modernist, varoluşçu ve gerçeküstücü eğilimlerin
çeşitli bileşimler ve karışımlardaki tonlarının ve tarzlarının harmanlandığı bir
öykücülük pratiği ve anlayışı üretmiştir. Sartre, Kafka, Faulkner, Beckett ve
Sait Faik gibi yazarların etki alanında icra edilen, ancak her bir yazarın
kendi özgünlük adasını da inşa ettiği bu edebiyatta bilincin ve bedenin değişik
tezahürleri, öznel tecrübe ve iç yaşantı öykülerin odağına yerleşmiştir. Bu
dönem aynı zamanda birinci tekil kişi anlatıların ve bilinç akışı ve iç monolog
gibi anlatı tekniklerinin yükselişine de tanıklık eder. Dünyada olmanın
anlam(sızlığ)ı, dünyaya fırlatılmış olmak, hayatın abesliği, tekillik,
çoğulluk, kaygı ve bulantıya/bunaltıya dair fikirler, deneyimler ve
duygulanımlar bu öykülerde ağırlıklı olarak ben ve öteki meselesini tematize
eder. 1950’ler edebiyatının bu temalar, biçimler ve tonlar ağına hayvanlar da
daha önceki edebiyatta görülmediği kadar yoğun ve sık bir şekilde katılır.
Başta Onat Kutlar’ın İshak’ı olmak üzere dönemin hemen hemen her öykücüsü
hayvanların temsili, mecazi ya da fiili olarak fail olduğu metinler ortaya
koyar. İnsan bilincinin ve gövdesinin sınırlarına dair düşünüm ve
duygulanımların yoğunlaştığı anlarda ve kesitlerde hayvanlar devreye girer.
İnsanın mahiyetine ve hâllerine dair tartışmaya hayvanlar aracılık / eşlik / yoldaşlık
ederler bu metinlerde.
Bildirimde Jacob von Uexküll’ün hayvan öznelliğine dair çalışmaları ile Sartre ve Heidegger’in varoluş telakkilerini yan yana düşünerek 1950’lerde üretilmiş modernist öykülerde hayvanların varoluşunu ve hayvanlarla birlikte varoluşun nasıl tasavvur edildiğini anlamaya çalışacağım. Varoluş kavramı eleştirel hayvan çalışmaları ile edebiyat araştırmaları arasında geçiş yapmamı sağlayacak bir arayüz (interface) olarak işleyecek ve 1950’lerin öykülerinde hayvanların “yükselişi” anlamlandırılmaya girişilecektir. Onat Kutlar’ın İshak, Ferit Edgü’nün Kaçkınlar ve Leylâ Erbil’in Hallaç kitaplarındaki öykülerine öncelik vererek şu sorular tartışmaya açılacaktır: 1950’lerin yenilikçi öykücülüğü hayvanları hangi formlar ve temalarla edebileştirmektedir? Hayvan-insan ortaklık ve başkalığı nasıl kurulmaktadır? Hayvanların insani varoluşu tartışmanın bir aracı / vesilesi kılınmasının dışında hayvan failliğine ve öznelliğine yönelen metinler ya da metinlerin anları/kesitleri var mıdır? Hayvan varoluşunu anlatmanın belirli edebi formları söz konusu mudur? Bu durumlarda hangi anlatı stratejileri takip edilmektedir? Türkçe edebiyatın bu metinleri dünya edebiyatının modernist ve varoluşçu örnekleri ile eleştirel hayvan çalışmalarının kesişiminde nasıl konumlandırılabilir?
Bildirimde Jacob von Uexküll’ün hayvan öznelliğine dair çalışmaları ile Sartre ve Heidegger’in varoluş telakkilerini yan yana düşünerek 1950’lerde üretilmiş modernist öykülerde hayvanların varoluşunu ve hayvanlarla birlikte varoluşun nasıl tasavvur edildiğini anlamaya çalışacağım. Varoluş kavramı eleştirel hayvan çalışmaları ile edebiyat araştırmaları arasında geçiş yapmamı sağlayacak bir arayüz (interface) olarak işleyecek ve 1950’lerin öykülerinde hayvanların “yükselişi” anlamlandırılmaya girişilecektir. Onat Kutlar’ın İshak, Ferit Edgü’nün Kaçkınlar ve Leylâ Erbil’in Hallaç kitaplarındaki öykülerine öncelik vererek şu sorular tartışmaya açılacaktır: 1950’lerin yenilikçi öykücülüğü hayvanları hangi formlar ve temalarla edebileştirmektedir? Hayvan-insan ortaklık ve başkalığı nasıl kurulmaktadır? Hayvanların insani varoluşu tartışmanın bir aracı / vesilesi kılınmasının dışında hayvan failliğine ve öznelliğine yönelen metinler ya da metinlerin anları/kesitleri var mıdır? Hayvan varoluşunu anlatmanın belirli edebi formları söz konusu mudur? Bu durumlarda hangi anlatı stratejileri takip edilmektedir? Türkçe edebiyatın bu metinleri dünya edebiyatının modernist ve varoluşçu örnekleri ile eleştirel hayvan çalışmalarının kesişiminde nasıl konumlandırılabilir?
"Hayvan Çalışmaları “İnsanmerkezci” Olmaktan Kurtulabilir mi? 'İnsansonrası' Kuramların Sundukları"
Yrd. Doç.Dr. Sinan Akıllı
Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı
Modern Hayvan Çalışmaları alanının başlangıç noktasının
Peter Singer’ın 1975 yılında yayımlanan ve hayvanlara karşı insanların
uyguladığı şiddetin ahlaki boyutlarını “türcülük” kavramı üzerinden eleştiren
Animal Liberation (Hayvan Özgürlüğü) adlı eserinin olduğunu söylenebilir. O
zamandan günümüze kadar geçen sürede, Hayvan Çalışmaları alanı esas olarak ya
insanlar tarafından yürütülmesi ön görülen ve tamamen “ahlaki” temele dayalı
bir “hayvan hakları savunuculuğu” amaçlı ya da hayvanların insan kurgusu olan
“kültür” ve “edebiyat”ta veya insan “toplumsal yapı”sı içerisindeki “sembolik,”
“metaforik” ve “işlevsel” rollerinin incelenmesinden öteye geçememiştir. Diğer
bir deyişle, Hayvan Çalışmaları alanı her türlü iyi niyete rağmen
“insanmerkezci” olmaktan kendisini kurtaramamıştır. Bu nedenle de bir kısır
döngü içerisine girmiş ve hatta akademi içerisinde de bu konuya “felsefi”
yaklaşanlar ile “aktivist” yaklaşanlar arasında bölünmeler yaşanmıştır. Tüm bu
bölümeler sonucunda alanın adının nasıl yazılacağı dahi tartışma konusu olmuş;
“İnsan-Hayvan Çalışmaları,” “Hayvan Çalışmaları,” “hayvan çalışmaları” ve
“Eleştirel Hayvan Çalışmaları” gibi önerilerden oluşan kavramsal bir kargaşa
ortamı yaratılmıştır. Bütün bu sorunların temelinde bir türlü geride
bırakılamayan “insanmerkezcilik” olgusu yatmaktadır. Tüm bu sorunların
aşılabilmesi için “insansonrasıcı” (posthumanist) yaklaşım çok değerli
kavramsal ve kuramsal araçlar sunmaktadır. Burada belki de en temel yaklaşım
“insan”ı Pramod Nayar’ın önerdiği üzere “insanhayvan” olarak görmekten
geçmektedir. Öncelikle insanın da sadece bir “tür” ve sadece bir hayvan
olduğunu kabul etmeksizin bu çalışmaların bir geçerliliği olmayacaktır. Bu
esastan yola çıkılarak (ve belki de daha önemlisi), Hayvan Çalışmaları’nın
gerçek amaçlarına ulaşabilmesi için bu alandaki çalışmaların kuantum fiziğinden
moleküler biyolojiye ve biyosemiotik alanına kadar uzanan geniş bir
disiplinlerarası çerçevede yürütülmesi gerekmektedir. Bu konuşmada öncelikle
ilgili “insansonrasıcı” kuramların en temel kavramları kısaca anlatılacaktır.
Daha sonra da bu eleştirel yaklaşımın edebiyat ve kültür çalışmalarına
uygulanmasına örnek olacak şekilde, Viktorya Dönemi İngiliz romancılarından
George Eliot ve Thomas Hardy’nin seçilmiş romanlarında at ölümü olgusunu
“semantik insanhayvan”lar olarak nasıl ele aldıkları gösterilecektir.
4. OTURUM
"Genetik Yöntemlerin Tür Korumasında Kullanımı"
Doç. Dr. Raşit Bilgin
Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü
Genetik yöntemler türlerin evrimsel tarihleri, birbirleriyle
olan ilişkileri, popülasyon genetiği, adaptasyonlar gibi konuların anlaşılmasına
yardımcı olmalarına ek olarak, tür koruması konusunda da önemli katkılar
sağlamaktadır. Çoğu zaman dışarıdan baktığımızda (fenotipik olarak) aynı tür
olduğunu düşündüğümüz grupların, genetik çalışmalar sonrasında farkı alt
gruplar ve hatta bazen farklı türlere ait olduklarıgözlemlenmiştir. Bu
çıkarımlar da genel olaraktan türlerin koruma stratejilerini (örneğin
International Union for Conservation of Nature (IUCN) kırmızı listelerinde
içinde bulundukları kategorileri) etkilemektedir. Bu sunumda genetik
yöntemlerin tür koruma konusunda nasıl kullanıldığını, uzmanlık alanım olan
yarasalardan örnekler vererek anlatmaya çalışacağım.
"Bentham ve Animalizm"
Can Batukan
Jeremy Bentham’ın “acı çekebilirler mi?” argümanı
yayımlandığı yıl Fransız Devrimi gerçekleşir. Bu aynı zamanda ABD anayasasının
yürürlüğe girdiği yıldır. Bugünden 228 yıl geride bir tarihten günümüze doğru
insan-olmayan canlılara bakışımızın nasıl dönüştüğünü Anglo-Amerikan ve Kıta
Avrupası gelenekleri açısından ele alırken kadim felsefelerin binlerce yıllık
birikimini de unutmamak gerekir. Unuttuğumuz takdirde hayvanlara ve diğer
canlılara karşı tahakkümcü, insan-merkeziyetçi bakışın dilinden tam olarak
sıyrılamayız.
Bu sunum Bentham’ın “acı çekebilirler mi?” argümanını günümüz bilgileri ve
felsefe tarihi ışığında hayvan çalışmaları ve Animalizm açısından yeniden
yorumlayacaktır. Böylelikle Anglo-Amerikan felsefecilerin yalnızca etik,
politik ve hukuki çerçevede değerlendirilmiş ve değerlendirilmekte olduğu
“Hayvan Sorusu”nun, Kıta Avrupası felsefecilerinin yüzyıllarca üzerinde
çalışmış olduğu ontolojik zeminiyle birleşebilmesi adına önemli engellerden
biri ortadan kaldırılabilir.
Anahtar sözcükler: Bentham, animalizm, ruh, beden, acı, haz
Anahtar sözcükler: Bentham, animalizm, ruh, beden, acı, haz
"Hayvan Konuşabilir mi?"
Dr. Emre Koyuncu
Gayatri Spivak postkolonyal çalışmalar yazınında çığır açan
“Madun Konuşabilir mi?” makalesinde, gerekli kurumsal yapı ve geçerlileştirme
mekanizmalarının yokluğunda madunların konuşabilmelerinin, seslerini
duyurabilmelerinin mümkün olmadığını söylüyordu. Hayvanların dil yeteneğine,
konuşma yeteneğine sahip olup olmadığı sorusunu olumlu yanıtlama imkanının da
benzer yapı ve mekanizmalar tarafından yok edildiğini söyleyebiliriz. Jacques
Derrida bir röportajında hayvanların dil yeteneğine sahip olup olmadığı sorusuna
yanıt verirken, dilin en başından yalnızca insanların sahip olabileceği bir
yetenek olarak tanımlandığını, bu şartlar altında hayvanların bu yetenek
testinden geçmesinin imkansız olduğunu vurgular. Ben de bu sunumda felsefe
tarihinde dil ve konuşma yeteneğini hayvanlardan farklılaştırılmış bir insan
figürüne mahsus kılmaya yarayan felsefi manevraları Aristoteles’ten yola
çıkarak tartışacak, bu yeteneği insanmerkezci olmayan, daha genel biçimlerde
kavramsallaştırmanın imkanını sorgulayacağım
Yorumlar
Yorum Gönder